Uyandı ya da uyuyordu zira karanlıktı hala, tek değişen artık içinde bulunduğu karanlığın farkında olmasıydı. Belki içinde bulunan karanlığın farkında olmasıydı demesi daha doğru olurdu. Yavaş yavaş bilinç alanı genişledi ve dışa döndü. Soğuk ve sert zeminin farkına verdi. Ah, evet bir mağarada olmalıydı. Fakat buraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Bir tek onu hatırlamıyordu, onun dışında her şeyi ve herkesi hatırlıyordu. O yokken olanları, ölenleri, doğanları, yıkılanları, yapılanları hepsini ama hepsini bir şekilde biliyordu. Sakince doğrulmaya çalıştı fakat bacakları ona itaat etmedi, edemedi. Kaç zamandı uyuyordu. On gün, yıl, yüzyıl belki de binyıl. En son yaşadığı anı bir çölde yürüyor olduklarıydı. Yanında ona benzeyen biri vardı. Evet, Alatar hatırlamıştı onu kadim dostu ve yareni. Nice fersah yürümüşlerdi birlikte. Sonra birden kalbine bir acı saplandı ansızın. “Aman. Hiç Ölmeyen Ülke." Diye fısıldadı karanlığa hatırlıyordu o yeşil çayırları, altın kubbeleri. Hiç ayrılmak istemişti oradan, çünkü içinde bir yerde biliyordu başına gelecekleri. Çok yakındı Melkor’a çok haddinden ve gerekenden daha yakın onun notaları çalınmıştı zaman kulağına müziğin coşkusuna ve iyi notaların yüksekliğine rağmen.
Bir kez daha doğrulmayı denedi. Bu sefer bacakları o itaat etti. Sağını tercih etti engel olmadığını farz ederek. Zira zifiri karanlıkta sadece umut edilerek hareket edilebilirdi. Onlarda öyle yapmışlardı. Oremé onlara Doğuya gitmeleri söylemişti. Onlarda fersahlarca yol gitmişler Orta-Dünya’nın en doğusuna ulaşmaya çalışmışlardı. Yolda karanlık her adımda artmıştı öyle en sonunda hayal bile edemeyecekleri bir seviyeye ulaşmıştı. Onlar son hamlelerini umut ederek yapmışlardı. Heyhat! Umutları boştu o gün. Pallando’nun düşünmeye bile korktuğu şey başına geldi. Melkor’un notaları kalbini titredi ve yolunu değiştirdi. Kızgın güneşin etkisinin ulaşamadığı bir ölüm mabedinde çölün ortasında iki yoldaşın kaderi değişti. Artık Alatar yoktu. Sadece Pallando vardı. O gün son hatırladığı kıpkızıl parlayan bir taş ve kana bulanmış mavi bir pelerindi.
Artık yattı şeyin üstünde oturur konuma gelmişti. Sesler evet sesler duyuyordu. Taşın ve suyun sesini rüzgâr ve ateşin sesini duyuyordu. Hafifçe kıpırdandı olduğu yerde. Eli soğuk bir şeye değdi. Mermer gibi pürüzsüzlük hissi veriyordu, fakat soğuğu mermer soğuğu değil Pallando elini temkinlice uzattı. Evet, tam düşündüğü gibi bu bir asa idi. Önce tedirginlikle asayı bir, iki yokladı ardından eline aldı. Alır almaz farklı bir benlik kazandı. Bu benlik onun gerçek olan ama her zaman bastırılmış olan benliğiydi. Müzik ekilen tohumların yeşerdiği benliğiydi. Şimdi her şey anlam kazanmıştı. Karanlığa haince ve acımasızca gülümsedi. Taşlar oturmuştu artık yerli yerine. Efendisini tekrar ve daha iyi hissetmeye başladı. Hemen asasını yere bir kez vurdu. Asanın tepesindeki mavi taştan beyaz bir ışık çıktı ve mağaranda çıkış yolunu gözler önüne serdi. Hemen toparlandı artık farklı bir güç vardı içinde, artık farklı bir güç vardı emrinde. O artık yol arkadaşı olmadan bir hiç sayılan kişi değildi. O Mavi Büyücülerden biri değil, Mavi Büyücüydü artık. Belki de rengimi değiştirmeliyim diye düşündü tünelde ilerlerken. Saruman’dan neyim eksik hem o benden daha aptaldı diye güldü karanlığa. Sonra bunu başka zaman düşünmek için not etti kafasına.
Tünel ilerde bir dağ taraçasında son buluyordu. Dışarıda tipi vardı. Rüzgar pelerini sağa sola Savurken o en ufak bir üşüme belirtisi göstermeden kararlılıkla kuzeye baktı.